30 Ağustos 2010 Pazartesi

SOSYAL YARDIMLAR


ASAGEM sosyal yardım yapan kamu kurum ve kuruluşlarından yardım alanların yardıma ve yardım sağlayan kamu gücüne ilişkin duygu ve düşüncelerini belirlemek, uygulamadaki sorunları ortaya çıkarmak ve çözüm önerileri geliştirmek amacıyla "Sosyal Yardım Algısı ve Yoksulluk Kültürü Araştırması" yaptı.  Araştırmada 30 ilde 18 yaş üstü 2 yıldan fazla süredir kamusal sosyal yardımlardan yararlanan 2 bin 32 hane referans alındı. 

Neredeyse her seçimden önce iktidar partilerini suçlama amacıyla kullanılan sosyal yardımların arttırılması yaftalarının etkilerini gösteren bu araştırma kitaplaştırıldı. Bir siyasi partiye oy verenleri bidon kafalı diyerek hakaret edenler diğer partilere oy verenleri nedense görmemezlikten gelmişlerdir. Bunun temel nedeni ise yerel yönetimlerin ve merkezi yönetime bağlı kamu kuruluşlarının halka dağıttıkları yardımların seçim zamanlarında artmasını görmeleridir. Onlara göre halk pragmatik düşünmekte ve bana kim yardım ederse ona oy veririm demektedir. Bunun yanı sıra göbeğini kaşıyan adam ve dağdaki çobanla benim oyum bir olmamalı diyenler sadece kendileri halktan yukarılarda görmektedirler. Kendilerini daha bilgili, alim, her şeyin farkında görenlerin yakalandığı hastalık hiç şüphesiz büyüklüktür. Halkı bilgisiz, cahil ve en daha da önemlisi kendilerinden aşağı görenler buna benzer yaftaları her zaman yapmışlardır. Elit sistemin düşünce sistemine göre davranan ve düşünen bu insanlar kendi acizliklerinin ve halktan kopuşlarının farkında değillerdir. Bir köşe yazarının ifade ettiği gibi hiçbir zaman halkın içine çıkmamış, onlarla oturup konuşmamış ve dar gelirlilerin yaşadıkları yerlere uğramamış kişiler tabi ki bu kadar insanın belirli bir partiye oy verdiğini anlayamazlar.

Araştırma sonuçları aşağıda özetlenmiştir:[1]

            Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğünce (ASAGEM) sosyal yardım algısı konusunda yapılan araştırmaya göre, yardım alanların yüzde 89.2'si çocuklarının hayatlarını yardım alarak sürdürmelerini istemiyor; yüzde 88.2'si ise çocuklarını sosyal yardımlarla büyütmekten mutlu değil.

Araştırma sonuçlarına göre yardım alanların en büyük grubunu yüzde 27.4 ile 36-45 yaş aralığındaki kişiler oluştururken, sosyal yardım alan kişilerin yüzde 62.7'si kadın, yüzde 37.3'ü ise erkek. 

Yardım alanların yarıya yakını okuryazar değilken, yüzde 41.8'ini ilkokul mezunları oluşturuyor. Yardım alanların medeni durumuna bakıldığında, evliler yüzde 61.3, dul ya da eşi ölmüş olanlar yüzde 28.1, boşanmış olanlar yüzde 5.3, bekar olanlar ise yüzde 4.1. Bunun yanı sıra yine aynı şekilde yardım alan ailelerin yüzde 90'ının bir mesleği bulunmazken, yüzde 86.6'sı herhangi bir işte çalışmıyor. Çalışanların 4'te biri özel sektörde işçiyken, beşte biri mevsimlik işçi olarak istihdamda yer alıyor. Yardım alan ailelerin yüzde 70.9'unun ortalama aylık geliri 300 TL veya daha azken, yüzde 24.2'sinin aylık gelirinin 300-600 TL arasında veya daha düşük olduğu görülüyor. Aylık geliri 900 TL'den fazla olanların oranı ise sadece 3.5. Bu durum sosyal yardım alan ailelerin aylık gelirinin açlık sınırının altında kaldığını gösteriyor.

Vatandaşlar sosyal yardıma ihtiyaç duymamak için ellerinden gelen çabayı göstermelidirler" diyenler yüzde 89.7 iken, yüzde 73.8'i bir iş bulursa sosyal yardım almayı bırakacağını ifade ediyor. Sosyal yardım alanların yüzde 84.9'u devletin ihtiyacı olan vatandaşlara sosyal yardımda bulunması ve bunun için diğer harcamaları kısması gerektiğini belirtirken, yüzde 81.5'i ise "daha fazla ihtiyacı olanlar varsa bana değil o kişiye yardım edilsin" görüşüne katılıyor.

Yardım alanların yüzde 79.8'i sosyal yardımlar karşılığında seçimlerde oylarını belli bir partiye veya adaya vermek zorunluluğu duymadıklarını belirtiyor. Yardım kurumu görevlilerinin yardımları adil dağıttığına inananların oranı yüzde 61.4 iken, yüzde 36'sı yardımların adil dağıtılmadığını düşünüyor.  Sosyal yardım alanların yüzde 93.3'ü yardımlardan memnun olduklarını ifade ediyor. 

Faydalanılan yardım türlerinde ilk sırayı aile yardımları alırken, bunu eğitim ve sağlık yardımları izliyor. Sosyal yardımların kesilmesini durumunda bundan çok fazla etkileneceğini ve hayatının çekilmez bir hal alacağını düşünenlerin oranı ise yüzde 74.1'i buluyor.

Araştırma sonuçlarından çıkarılacak sonuçlar ise şu şekilde sıralanabilir:

1.                  Yardım alan insanların büyük bir kısmı içinde bulundukları durumu kabul etmiyorlar ve eğer fırsat verilirse çalışacaklarını beyan ediyorlar. Aynı şekilde her ailenin birincil amaçlarından biri olan çocuklarına düzgün bir gelecek sağlama araştırma sonuçlarına göre yardım alan ailelerde de mevcut. Özellikle kalıplaşmış bir düşünce olan yoksulluğu kabul etmişler veya çalışmak istemiyorlar gibi yakıştırmaların ne kadar yanlış ve geçersiz olduğu araştırma ile gözler önüne serilmektedir.

2.                  Bazı kesimler tarafından iddia edildiği gibi yardım alanlar zengin veya ihtiyaç sahibi olmayan insanlarda değil tersine eğitim seviyeleri düşük işsizlerden oluşmaktadır. Bunun yanı sıra kadınların erkeklerden daha fazla yardım alması erkeklik onuru veya gururu ile açıklanabilir. Kadınların iş bulma konusunda daha az şansları olmaları onları yardım alamaya iten diğer bir etken olabilmektedir. İhtiyaç sahiplerinin büyük çoğunluğunun 300-600 TL arasında aylık geliri olmaları bu kişilerin yardımlar olmadan açlık ile baş başa kalabilmelerini göstermektedir.

3.                  Günümüzde artık unutuldu dese de önce daha kötü olanlar kıstasının hiçte düşünüldüğü gibi mazide kalmadığı görülmektedir. Her ne kadar ihtiyaç sahipleri durumlarının kötü olduğunu ve yardımsız yaşayamayacaklarını belirtseler de kendilerinden daha güç durumda olanlara öncelik verilmesini istemektedirler. İnsanlığın geldiği durum çoğu kişi de korku uyandırırken Anadolu’nun tarihsel özelliklerini hala koruduğu sevinç uyandırmaktadır.

4.                  Bu yazının asıl önemli vurgu noktası olan sosyal yardımlarım siyasi tercihleri değiştiriyor iddiasını büyük bir çoğunluk ile araştırma çürütmektedir. Görüldüğü üzere ihtiyaç sahibi olsalar da, eğitim düzeyleri düşük olsa da ve işsiz olsalar da insanlarımız oylarını yardımlara göre belirlememektedir. Siyasi suçlamaları adet haline getirmiş elit tabaka insanlarının halkı bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam ve dağdaki çoban gibi hakaretlerle suçlamalarına karşılık araştırma sonucuna göre yardım alanlar gururlu, onurlu ve kararlıdırlar. Özellikle seçimlerden sonra Tunceli’de ortaya çıkan manzara bunun en temel göstergesi olmasına rağmen yine de bazı insanlar görmemezlikten gelme yolunu tercih etmektedirler.

Kısa vadede yardımlar ihtiyaç sahiplerinin mağduriyetini azaltsa da uzun vadeli bir çözüm değildir. En kesin çözüm bu insanların alınlarının teriyle para kazabilecekleri iş olanaklarının sağlanmasıdır. İnsanlarımızın devlette olsa bile başkasının eline muhtaç olmadan yaşamalarını sağlamak birinci öncelikli sosyal amaç olmalıdır. Sosyal devlet ilkelerine uygun yapılan bu çalışmalar siyasi rant ve yıpratma için ihmal edilmemelidir. Belirli bir kesim tarafından yapılan hakaretleri ise toplum kendi içinde cezalandıracaktır.

Hakan UZUN

2010
           


[1] Sosyal Yardım Algısı ve Yoksulluk Kültürü, yay. haz: Sadık GÜNEŞ-Ankara: Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü, 2010, 306 s. (ASAGEM; yayın no 144)

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Küresel Mali Kriz Röportajı- Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR



Bu röportaj:
Gazi Üniversitesi 
Endüstriyel Sanatlar Eğitim Fakültesi
YENİ NESİL İŞLETME DERGİSİ'nde yayınlanmıştır...


Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR
Röportajı Yapanlar: Hakan UZUN ve Ekrem ATASEVEN
Malumunuz aylardır krizin içindeyiz. Televizyonda veya gazetelerde her gün başka bir haber duyuyoruz kriz hakkında. Bu kriz nedir nasıldır gibi sorulara cevap bulmak için kalktık bölümümüzün bu konularda uzman olan Abdurrahman Hoca’nın kapısına gittik. Hocamızda bizi kırmadı ve yaklaşık bir saat boyunca kriz hakkında sorularımıza uzun ve güzel cevaplar verdi. Bizde dergimizin en güzel köşesi olacak bu röportajı dergiye ekledik. Tüm arkadaşlara yardımcı olması dileğiyle sizi sorular ve cevaplarla baş başa bırakıyoruz.
Hakan UZUN: Öncelikle sunduğunuz fırsat için teşekkür ederiz. Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Asıl ben size teşekkür ederim gençler böyle çalışmalar yaptığınız için. Ben Rize’nin Güneyce kasabası doğumluyum. 1981 yılında İstanbul Kadıköy Ticaret Lisesi’nden mezun oldum. Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi’nde yüksek öğretimimi tamamladım. Mesleki Eğitim Fakültesinde olmama rağmen İşletme eğitimi aldım. Yine Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Muhasebe Finansman Bölümü’nde master yaptım. Yüksek lisansımı tekrar İstanbul’a giderek İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladım.  1997 yılında yüksek lisansımı tamamladım ve 1998 yılında asistan olarak görevime başladım. 2000 yılından beri yardımcı doçent doktor olarak görevime devam ediyorum.
Ekrem ATASEVEN: 2008’nin sonlarında ortaya çıkan krizin sebebi sizce neydi? ABD’de ortaya çıkmasına rağmen neden dünyayı bu kadar etkiledi?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Aslında kriz 2008’nin sonuna doğru kesinleşiyor. Başlangıç tarihi ise 2008’in başlarındır ve bu zaman diliminde krizin işaretleri belirmeye başlıyor. 2008 haziran ayına doğru kriz kapımızdan içeri girmeden çok önce ekonomistler (işin uzmanları) borsada aşırı şişme var, emtia (ekonomide kullanılan mallar özellikle enerji malları ve sanayi malları) fiyatlarında artış, petrol doğalgaz gibi enerji hammaddelerinde artışlar ve piyasada ki çoğu belirti yanlış yönde gidildiğini gösteriyor dediler. İkiz kulelere saldırıdan sonra Irak işgaline kadar borsalarda büyük düşüşler yaşanıyor. İşgalden sonra ABD’nin o dönemki yönetimine yakın olan silah sanayisi devleri ve petrol devlerinin hükümet üzerinde ciddi güçleri var. Bununda etkisi ile Irak işgalinden önce petrol 25 dolardan başlayarak 2008 haziran ayına 150 dolar seviyesine yükseliyor. Enerji ihtiyacını petrol ağırlıklı karşılayan Türkiye gibi ülkeler için bu gerçekten büyük bir maliyet yükü demektir. Bu sorunların yanında ABD’de alttan alta gelişen bir mortage sorunu aslında krizi tetikleyen ana unsur olarak ortaya çıktı. Mortage krizinden sonra büyük bankaların ardı sıra batmasıyla büyük bir kriz dalgası dünyayı sardı. Mortage kısacası uzun vadeli emlak kredisidir. ABD bankları bu kredileri pütürsüzce dağıtmalarından dolayı ve krediyi alanların ödeyememelerinden dolayı bu kriz ortaya çıktı. Bankaların satışları parayı alıp satmak şeklinde olduğu için kredi kağıtları birden bire değersiz hale düştü. Yani alacakları kredileri sadece kağıt üzerinde kaldı ve geri dönüş yolları kapandı. Hedge fon dediğimiz bu krediler bankanın kasasında durmadı ve bunları başka firmalara sattılar. Bu şekilde çok el değiştirmesinden dolayı bankalarda başlayan kriz şirketlere sıçradı. Krize kadar sağlam görünen bu fonları alan şirketler karşılığında emlak-konut olduğu için bu fonları satın aldılar. Dünyayı etkilemesinin sebebi ise entegrasyondur. Artık ülkelerin mali piyasaları küreselleşme ile iç içe geçtiği için Türkiye’de olan bir kriz tüm dünyayı ve tersi şekilde dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen kriz Türkiye’yi etkiliyor. Yani Türkiye borsasının %66’sı yabancıların elinde olduğu için yabancı yatırımcılarda dünya şartlarına göre hareket ettikleri için etkiliyor. Bunla birlikte ülkemizin 200 milyar dolar borcu var. Bu borç yurt dışındaki yatırımcılardan alınan borçlar ve devletten, özel şirketten, menkul kıymetlerden gibi alacakları var. bununla birlikte deyim yerindeyse ABD öksürdüğü zaman dünya doğal olarak Türkiye nezle oluyor.
Hakan UZUN: Sistemin mantığında kriz vardır sizce krizi meşrulaştırmıyor mu? Aynı zamanda bu tezin sizce geçerliliği nedir?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Krizin önceden tahmin edilmesi o kadar zor bir şey değil. Dünyada binlerce ekonomist var. ABD’li ekonomi profesörü Krugman krizi önceden tahmin etti diye göklere çıkarıldı. Türkiye’de dahil dünyanın çoğu yerinden bunu dile getirenler oldu. Fakat Krugman bunu akademik tez olarak ciddi bir iş yapınca ve önceden de tanınan biri olduğu için bu derece ün yaptı. Örneğin ben bile fazla ilgim olmamasına rağmen krizin geleceğini önceden tahmin ettim. Çünkü  piyasa öyle bir duruma geldi ki üreticiler üretemez oldular girdi fiyatlarının yüksekliğinden dolayı. Eğer sistemin mantığında kriz mantığı vardır derken liberal- kapitalist sistemi kastediyorsanız doğrudur ve zaman zaman kriz olması olağandır. Ama bence bu derece büyük bir krizi yaşamamız gerekmiyordu. Yatırımcılar bankacılar kısacası büyük oyuncular bu derece hırslı olmasalardı krizin boyutları bu seviyede olmazdı. Sistemde itiyor ama liberal sistemi kontrol eden bir sistem de yok. Örneğin dünyada 80 milyon ton petrol üretiliyor ve tüketimde 80 milyon tonken fiyatlar yükseliyor. Neden? Çünkü bu hedge fonlar dediğimiz sanal alım satımlar yapılıyor ve 80 milyon üretim yapılırken 400 milyon tonluk işlem yapılıyor. Bunun yanında piyasaya fazla para enjekte edildi. Krizde de aynı mantık devreye sokuldu. Atlatmak için piyasaya sıcak para sürüldü, faizler dibe vurdu ve buda enflasyona neden olabilir.
Ekrem ATASEVEN: Krizin asıl sebebinin “iş-çalışma ahlakının yitirilmesi” diyen çoğu yazar var. Sizce bu doğru bir düşünce mi?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Bu görüşe katılmamak elde değil. Çünkü krizin asıl sebebi bu derece hırslı olmasalardı bu büyüklükte bir kriz olmazdı. Mesela ben 2002’de tez çalışması yaparken örnek olay olarak İrlanda’yı seçmiştim. Kuzey İrlanda yabancı yatırımı çekmede örnek ülkeydi. Bununla birlikte AB üyesi olan Romanya, Yunanistan gibi Balkan ülkelerinde işler iyi gidiyordu. Fakat krizden sonra ilk iflas eden ülke İrlanda (1,2 trilyon dolar borcu var GSMH ise 500 milyar dolar) oldu, sonrasında Romanya ve şimdi de Yunanistan ki AB ülkeleri kurtarma çareleri arıyor. Kısacası bu kadar hırslı olunmasaydı krizin boyutları bu seviyeye ulaşmazdı. Şişmeler olurdu ama sistem bunu egale edebilir veya optimum seviyeye getirebilirdi. Bundan önceki krizlere baktığımız zaman bu derece yaygın değildir. Ya bölgesel krizler olmuş mesela Rusya krizi (bizi az etkiledi) ya da gelişmekte olan ülkelerde (mesela Uzakdoğu krizinde Malezya, Endonezya çok etkilendi) olur. Genel kabul gören krizin üç çeyrekte biteceğidir. Yani bir kriz bir yıl sürmez ama içinde bulunduğumuz kriz altıcı çeyreği devirdi hala dibi görünmedi. Ne zaman biteceği hala blinmiyor.
Ekrem ATASEVEN: Açıklanan bazı verilere göre krizden çıkış başladı diye haberler yapılıyor. Fakat yeni dalgalanmalar yaşayabiliyoruz. Örneğin yakın zamanda Dubai’den kaynaklanan bir dalga atlatıldı. Kısacası kriz sürüyor mu? Sürüyorsa ne zaman kadar devam eder?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Krizin tahminini yapmam imkansız. Fakat çıkıştan emareleri (belirtileri) var ama tam olarak süreç başladı demek için çok erken. Nasıl enflasyonun yüksek olduğu zamanlarda düşmeye başlarsa düzelme var diyorsak aynı şekilde geçen yıl ki %15’lere varan ekonomik daralmadan %5 civarına düştüysek bu iyi bir gösterge oluyor. Bizde ki bu gelişmenin sebebi ise ihracata dayalı bir ekonomiye sahip olduğumuz için ve dışarıya mal sattığımızdan dolayı satabiliyorsak alanlarda düzelme var demektir. Kriz hala sürüyor çünkü hala insanlar işlerini kaybetmeye devam ediyor ki bu önemli bir göstergedir. Piyasaya o kadar para enjekte edilmesine rağmen haklın güveni tam sağlanamadı ve bundan dolayı alış veriş yapılmıyor. Dubai olayında ise çeşitli söylentiler ve bundan dolayı komplo teorileri üretiliyor. Mesela bunlardan en çok rağbet göreni bilerek yapıldığı, sebebi ise Dubai sermayesinin arkasında %40 dolayında İran sermeyesinin olması ve bu sermayeyi sıkıştırmak istemişler. İran sıcak parasını uluslararası sisteme bu yolla aktarılıyor deniliyor. Bence işin aslı böyle değil. Dubai inşaat var. Bu inşaatların bir kısmı yapılıyor %30 civarı karla başkasına satılıyor aynı şekilde diğerleri de böyle al-sat yapıyorlar. Bunun sonunun gözükmemesinin sebebi ise Dubai’nin Hon Kong yerine geçeceği ve bir finans merkezi olacağının söylenmesi. Gün gelecek orada 1 metrekare yer bulamayacaksın. İşte bu mantıkla devam edildiği için bu derece şişkin bir piyasa oluştu. Şimdiye kadar nasıl etkilemediği ise ayrı bir araştırma konusu. Bunun sebebi Petro-dolarlardaki azalma olabilir. Kısa süren bu krizden çıkmasının sebebi ise Arap Emirliklerinin borç ödeme garantisi vermesi olmuştur. Uluslar arası piyasa da sözlerin ne kadar önemli olduğuna güzel bir örnek. Dubai’nin bu derece bir sıkıntıya düşmesinin diğer bir sebebi ise hesapsız harcamaları olmuştur. Rusya’da da aynı durum meydana gelmiştir. 2009’un bütçesini hesaplarken petrol 150 dolar olmasına rağmen 110 dolardan hesapladırlar ve 50 dolara düşünce 2008’in yazında girdiği Gürcistan’dan hemen geri çekilmek zorunda kaldı.  Hatta Rusya’dan bize daha az turist geldi. Çünkü savaşı finanse edecek kaynağı yoktu ve aynı zamanda masraflarını kısması gerekiyordu. Dubai’nin yatırımları inşaata yönelik olmaktadır. İnşaata yapılan yatırımlar ise bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde prim yapmaktadır. Gelişmiş ülkelerde bir gider olmasına karşın gelişmekte olan ülkeler için bir yatırım aracıdır. Çünkü evi satmak için değil yaşamak için alırız ve zaman geçtikçe eskimesinden dolayı değeri düşer.
Hakan UZUN: Krizin Türkiye’ye etkileri sizce ne boyutta oldu? Teğet geçti sözü ne kadar gerçekçi?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Bu söz söylendiği zaman teğet geçmemişti. Aynı zamanda bu kriz başta diğer krizler gibi çabuk atlatılacak sanıldı. İşsizlik oranından bakarsak %9’lardan %14-15 seviyesine yükseldi. Tarımdan kopuşlar devam etmekte bu da işsizliği tetiklemekte. Her şeye rağmen krizin dünyada en az etkilediği ülkelerden biri Türkiye’dir. Çünkü Türkiye krize açık bir ülke ve diğer gelişmekte olan ülkelerdeki petrol gibi emtia mallarına sahip değil. Bizim kategorimizde Brezilya, Rusya, Meksika, Arjantin, Endonezya ve Uzak Doğu ülkeleri var ve bu ülkelerden Rusya, Meksika ve Brezilya müthiş doğal kaynaklara (emtia) sahip. Bizim bor madenlerimiz var diye konuşuyoruz ama krizde borun ihracatı çok düştü. Biz ise ihracata dayalı bir ekonomiye sahip olduğumuz için böyle bir kriz ortamında satış yapamıyoruz ve satın da almıyoruz. Bu yüzden dış açığımız bu derece az. Bizi kurtaran Ortadoğu’ya ve sonrasında Afrika’ya yapılan ekonomik açılımlardır. Bizi bu açılımlar ve Irak kurtardı. Savaştan sonra Irak’a müthiş mal satmaya başladık. Çünkü biz önceden büyük satışı AB ülkelerine yapıyorduk. Bu ülkelerdeki sorun direk olarak bize yansıyordu. Krizin fazla etkilememesinin diğer sebebi ise 2001 krizinin zayıf bankaları elemesiydi. Hatta BDDK başkanı daha krizin etkileri hissedilmeden bankalara temettü dağıtmamaları için uyarıda bulundu. Krizin ağırlığının hissedildiği zamanlar Rusya’da hatta Fransa gibi AB üyesi olan bir ülkede borsalar düşmesin diye kapatıldı ama Türkiye gibi bir ülkede kapatılmadı.  Eğer Türkiye’de bankanın biri zor durumda diye şöyle bir söylenti çıksaydı olacaklar korkunç boyutlara ulaşabilirdi. Bunun yanında devletin verdiği yüksek faizden dolayı bankalar yurtdışından değerli kağıt alamadı tüm parasını devlete yatırdı. Tersi bir durum olsaydı değerli kağıtlar çöpe dönüşecek buda bizi büyük bir krizin içine sokacaktı. İhracat açılımları etkileri belirli seviyede tutsa da ekonomide bozulmalar oldu. Öreğin, bütçe açığı 10 milyar dolardan 60 milyar dolara çıktı. Bu bozulmalar normal. Çünkü bizim ülkemiz gelişmekte olan bir ülke. Yeni AB’ye giren ülkelerin durumu bizden kat kat kötü. Son olay ise Yunanistan’ın GSMH’nin üstünde borcu var ve AB bu ülkeyi kurtarmaya çalışıyor. Türkiye’nin GSMH içindeki borç oranı %60 seviyelerindedir. Bu gibi ortamda gerçekten güzel ve optimum seviye diyebileceğimiz bir oran. Krizde şu an reel sektör beklemede. Çünkü mali sektör yani bankacılık sektörü biraz da olsun kurtarılmasına rağmen mali sektörün etkilenmesi direk olarak reel sektörü (üretim) etkileyeceği için kriz belki de bekleme aşamasında. Reel sektörde bu riski birleşmeler, satın almalar ile azaltmaya çalışıyor.
Ekrem ATASEVEN: Bu kiriz bir finans krizi olmasına rağmen neden Türk bankalarını etkilemedi? Aksine neden Türk bankaları altın çağını yaşıyor?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Aslında tam olarak altın çağını yaşamadı. Örneğin; ABD’de geçen yıl %0,4 faiz oranı olmasına rağmen Türkiye de %12 civarındaydı. Şimdi Türkiye’de bankalar devleti finanse ediyorlar ve iyi para kazanıyorlar risksiz.  Türk bankaları riske girmeden iş yaptıkları için iki taraftan kar ettiler. Hem ellerinde toksit kağıt yoktu buradan bir kar elde ettiler hem de devlete yüksek faizden borç vererek garanti para elde ettiler.
Hakan UZUN: Uluslar arası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Türkiye’nin kredi notunu iki baz birden arttırdı. Bunun avantajları ne olabilir?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Yunanistan’ın ve diğer bazı ülkelerin kredi notları düşürüldü. Kriz dolayısıyla ise Türkiye’nin durağana çevrilen kredi notları vardı ve beklenen bir durumdu. B+’ya çıkarılması beklenmeyen bir attırtmaydı. Çünkü iki baz birden arttırıldı ve böyle bir ortamda doping etkisi yaptı. Bunun siyasi yönü olabilir. ABD’ye gideceğimiz için bir artırıma gidilmiş olabilir. Çünkü küresel bir ekonomi var ABD’nin sözü dinleniyor. Türkiye’de şuan siyasi bir kriz var ama ekonomimizi etkilemiyor. Önceden olsa yer yerinden oynardı ekonomide. Çünkü artık uluslar arası yatırımcılar var ve ülke içindeki siyasi olaylarla pek fazla ilgilenmiyorlar. Kredi notunun iki baz birden arttırılması hem yatırımcılara bir güven unsuru sağladı hem de devletin borç bulma maliyetini azalttı. Çünkü, bizim gibi dış açık veren ülkeler açığını borç ile kapatmak zorundalar ve bu da faiz giderleri şeklinde kendini gösteriyor. Bu not yükseltimi ile hem kredi bulmak kolay hem de kredinin faiz oranları düşük olacaktır. Böylece devlet faiz giderlerini azaltarak kaynak çıkmasını engelleyecektir. Bununla birlikte Türkiye yabancı sermaye bekleyen bir ülke olduğu için etkisi büyük olacaktır. Notun yükseltilmesi bir eğilimi gösterir. Durağan olan notta düşüşte olabilir yükselişte. Fakat yükselen bir not yükseliş meyilli bir hareketlenmeyi gösterir. Dubai krizinden sonra Ortadoğu sermayesinin İstanbul’a çekilmesi tartışılıyor. Böylece İstanbul’un AB ile Ortadoğu arasında bir köprü olması planlanıyor.
Ekrem ATASEVEN: Bu kriz ortamında işletmelere finans konusunda tavsiyeleriniz nelerdir? Sizce finansman ihtiyaçlarını nasıl karşılamalılar.
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Kriz ortamı ile işletmelerin para bulmalarını yani finansman ihtiyaçlarını karşılamalarını pek bağdaştırmamalıyız. Çünkü, Türkiye gibi sermaye piyasası pek gelişmemiş ülkelerde finans büyük bir sorundur. İkincisi Türkiye’de halk tasarruf etmiyor. Bundan dolayı işletmeler finansman ihtiyacını yurtdışından gideriyor. Yaklaşık 200 milyar dolarlık dış borcun 80 milyar doları devletin 120 milyar doları özel sektörün. Bu gerçekten çok eski bir problem ve devam da edecektir. KOBİ’ler öncelikle varlık sahibi  olmaktan vazgeçmeliler. Yani iki kuruş kazandıktan sonra evi, arabayı, arsayı arttırmaya çalışmamalıdır. İşletme sermayesi lazım olduğu zaman bankaya gidip kredi alıyor ama 500 bin liralık evde oturuyor. Dikkat edin büyük şirketlerin hiçbir ferdini barlarda göremezsiniz. Avrupa’da işler bunun tam tersi şekilde yürür. Ama bizim KOBİ’ler sermeye sahibi olmadan varlık sahibi oldukların en ufak krizden çok etkileniyor işletme sermayesi bulamıyor. Bundan dolayı işletmeler üretim veya satıştan değil finans giderlerinden batan çok şirket var. Çünkü hala girdi maliyetleri ve işçilik çok ucuz. Hala işletmeler riskli olduğu için uzun vadeli tahvil çıkamıyorlar işletmeler. Bankalar kredi içinde çok büyük teminatlar istiyor. Örneğin, bir fabrikanın normal şartlarda değeri 10 milyon lira iken kriz ortamında bankalar 2 milyon liraya ipotek ederim diyorlar. Türkiye’de küçük tasarruflar piyasaya inmiyor. Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre yastık altı dediğimiz birikimlerin 192 milyar dolar olduğu saptanmış. Sisteme bunun üçte ikisi girse rahatlık sağlanır. Bununla birlikte büyük sermaye sahiplerinin yurtdışına büyük para aktarımı var. Devletin 160 milyar dolarlık borcunun yaklaşık 60 milyar dolarlık kısmının bu paralardan olduğu söyleniyor. Yurtdışında kurulan paravan şirketlerle devlete borç veriyorlar ve vergiden kaçıyorlar. Bununla birlikte Türk insanı yatırım yapmayı bilmiyor. Yatırım konusunda daha yirmi yıllık bir geçmişe sahibiz.  En çok kullandığımız yatırım araçları ise döviz, altın ve fonlardır. Türkiye’de sermaye bulmak pahalı olduğu için işletmeler ayaklarını yorganına göre uzatmaya mecburlar.
Hakan UZUN: Hayata atılmamıza bir adım kalan biz üniversite öğrencilerine tavsiyelerinin nelerdir? Sizce öğrencilik dışında yönelebileceğimiz alanlar hangileri?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Ben burada asistan olarak görev aldığım zaman yaptığım bir araştırmaya göre işletme mezunlarının %16’sı MEB görev alıyor ve %80’ninin özel sektörde görev alıyordu. Tabi o zamanlar muhasebe işinde görev alabiliyorduk ki çoğu arkadaşım o işi yaptılar. Sonrasında öğretmenlik cazip hale geldi ve çoğu kişi direk öğretmen oldular. Şimdi ise öğretmen olmak çok zor. Bunun yerine öğrenciler en iyisi firmalarda insan kaynakları yöneticisi olmaya yönelmelidirler. . Başvurdukları yerlerde hem işletme hem de eğitim yönü olduğunu açık bir dille ifade ederlerse iş bulmaları kolaylaşır. Yani kısacası üniversite mezunu olduğunuz için iş görüşmesinde kendinizi pazarlamayı bileceksiniz. Ne iş yaparsın diye sorulduğu zaman şu işte uzmanım, yabancı dilim var, sertifikalarım var diyebilmelisiniz. Sizin artık daha donanımlı ve bilgili olmanız gerekiyor. Diğer bir iş fırsat ise dış ticaret alanında uzmanlaşmak. Biliyorsunuz Türkiye’de işletmelerin %99 KOBİ ve bu işletmeler ihracat yapmayı tam olarak bilmiyorlar. Bununla ilgili kurslar veriliyor be biraz pahalı olmasına rağmen sizin çok işinize yarar. Sermaye piyasasında ise lisanslama sınavları var. Zor olmasına rağmen hem iş garantisi açısından hem de maddi konuda çok avantajlıdır. Öğretmenliğin dışında farklı bir yöne yönelmek zor ama hem imkansız değil hem de getirisi daha yüksek. Ders eksiği ve deneyim eksikliği sorunlarını aşabilirsiniz. Üniversitede her şeyi derslerde öğreneceğim diye beklemeyin. Burada sadece size dersin genel hatları verilir ve siz kendi kendinizi geliştirmelisiniz.
Ekrem ATASEVEN: Türkiye tarihinde en büyük kriz ne zaman oldu?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Şimdi 1929 krizi tüm dünyayı etkiledi ve bizi de yoğun bir şekilde etkilemedi. Çünkü ekonomik olarak zaten hastayız ve hasta olduğumuz içinde diğer hastalıklar bizi fazla etkilemiyor. Bununla birlikte o zaman tam olarak ekonomi yoktu. Özellikle 1970’li yılların sonunda siyasi dalgalanmalar krizleri peşinde getirdi.  1977 yılında Demirel bu millet 70 sente muhtaç dedi. Çünkü büyük bir ekonomik kriz var. İşte o zamanlarda margarin yok, petrol yok, yağ yok, doğal gaz yok ve uzun kuyruklar var. Krizler o zamanlar büyük bir ekonomi olmadığımız için pek etkilemiyor. Ama şimdilerde dünyanın yirminci büyük ekonomi olmuşuz ve kriz çok etkileyebilir. Bizim en büyük krizimizin 1929 yılında olan krizdi diyebiliriz. Bir de 1973 yılındaki Ortadoğu petrol ambargosu ile enflasyonla tanışıyoruz ve otuz yıldır kurtulamadık. Türkiye 1984 yılına kadar içine kapalı bir ülke olduğu için dünya krizlerinden fazla etkilenmeyip siyasi krizlerden etkilendi. Bundan dolayı o zaman ki krizlerden ekonomik olarak değil siyasi olarak yaklaşılır. 1994 yılında Çiller döneminde döviz krizi oldu ve halk büyük kayıplar yaşadı. 1998 yılında Rusya’da ortaya çıkan kriz etkiledi bizi. Ama asıl kriz 2001 yılında bize özel en büyük krizdir. Küçülme olarak 2009 krizi fazla olmasına rağmen bu yılın son verileri aralık sonunda alınacağı için asıl sonuçlarına o zaman bakacağız. 

24 Ağustos 2010 Salı

Bağımsız Bir Dış Politika Sarmalı Uluslararası İlişkiler 1





            Refah Devleti kavramının ortaya atıldığı günden beri neredeyse tüm ülkelerin yegane amacı büyüme ile güç kazanma olmuştur. Ekonomik artığın oluşturmasından sonra tüm devletlerde görüldüğü üzere birinci önceliği siyasi yönelimler almıştır. Komşu ülkelerle ilişkilerden uluslararası sömürülere kadar giden sürecin en bariz tanımlanması Osmanlı Devletinde Hariciye Nezareti olarak adlandırılan günümüzde ise Dış İşleri Bakanlığınca yürütülen uluslararası işlemler bütünüdür. Küreselleşme olgusunun ağırlığını koymasından itibaren devletler güçlü olsun olmasın kendilerinden kilometrelerce uzaklıkta ki olaylarla ilgilenmek zorunda kalmaktadır. Özellikle her ne kadar gerçekçi durmasa da Medeniyetler Çatışması tezi devletlerarasında ki benzerliklerin (din, mezhep, ırk, tarih…) ilgilenme derecelerinden ve özellikle desteklenen taraf konusuna büyük bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya üzerinde ABD hegemonyası ekonomiden siyasete kadar tüm alanlarda hüküm sürmektedir. Bu hegemonya son yıllarda ağırlığını önemli derecede kaybetse de sonlanması veya bir başka devlet tarafından yerinin alınması yüz yıllarla ifade edilmektedir.

            Türkiye tarihi incelendiği zaman dış ilişkiler konusunda belirli politikalar etrafında hareket ettiği görülmektedir. Gerileme döneminde sığınmacı politikalar değişen devletler bazında yeni Türkiye’ye kadar devam etmiştir. İngiliz korumacılığının sona ermesi bu devletin yerinin Almanya ile doldurulması ile sonuçlanmıştır. Hangi devlete yakınlık sağlanırsa sağlansın Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ından uzak kalması düşünülemezdi. Yeni Türkiye ile dış ilişkiler Osmanlı mirasının bir nevi devamını niteliğinde oldu diyebiliriz. Stalin’in Türk-Rus saldırmazlık Antlaşmasını tek taraflı fes etmesinden ve özellikle Karadeniz üzerindeki tarihi istekleri tekrar dile getirmesinden sonra zayıf ülke konumunda olmamızdan dolayı sığınacak bir liman arayışı içerisine girdik. Gerileyen İngiliz hegemonyasının yerini alan Amerika Birleşik Devletleri rolü gereği bu abilik görevini yerine getirdi. Bazı zamanlar stratejik ortağımızın istemediği manevralar (Kıbrıs barış Harekatı, afyon ekiminin serbestleştirilmesi…)yapsak dahi günümüze kadar politikalarımız pek değişmemiştir. Özellikle Ahmet Davutoğlu’nun Dış İşleri Bakanlığına gelmesinden sonra ise yeniden yapılanma ile birlikte daha bağımsız bir yönetim egemen olmuştur. İşte böyle bir durumda sosyolojik açıdan ülkenin ve dünyanın nasıl yorumlanacağı daha büyük öneme sahiptir. Çünkü herhangi bir kişi veya devlet tarafından çizilmiş bir yolu takip etmek kolaydır. Zor olan ise bağımsız bir şekilde kendi yolunu kendin tarafından şekillendirilmesi veya çizilmesidir. Bu çalışma yolun nasıl çizilebileceği hakkında görüşler içermektedir.

Betimleme:  Görünen nesnenin, olayın veya en genel tabiriyle resmin olduğu gibi anlaşılmaya çalışılmasıdır. Üzerinde ayrıntılı düşünülmeden, tarihi arka planına bakılmadan ve sebep- sonuç ilişkisi kurulmadan genel bir yargıya varmadan düşünceler üretmek anlamında kullanılan betimleme günlük haber analizlerinde özellikle çoğunluğun anladığı biçimi ifade eder. Türk milletine yaftalamakta en büyük kusur olarak sunulan “unutkan bir millet” olma burada ortaya çıkmaktadır. Tepkilerin anlık veya olaylara bağlı kalması ve zamanla unutulması hiç şüphesiz betimleme basamağında kalma ile açıklanabilir. Örnek vermek gerekirse Abdullah Öcalan’ın İtalya tarafından ülkemize iade edilmemesinden dolayı uygulanan resmi boykot günümüzde tamamen unutulmuştur. Bunun yanı sıra PKK Terör Örgütü tarafından kullanılan silahların özellikle Rus, İtalyan, Çin menşeili olmasının bilinmesine rağmen aynı şekilde tepkiler günümüzde tamamen ortadan kalmıştır. Bunun yanı sıra Suriye ile PKK konusundan yaşanan anlaşmazlıkların arttığı bir dönemde savaşın eşiğine gelinmesine rağmen günümüzde bu durum tersine büyük bir yakınlaşma ile sonuçlanmıştır. Bu seviyede kalınmasının nedeni ise aşırı güven veya özellikle güven çarpanının yüksek olduğu psikolojik özelliklere sahip olmamızdır.

Açıklama: Betimleme basamağı olayları veya durumları günlük bir dil ile açıklarken ve kısa vadeli bir düşünce sistemine sahipken açıklama kavramsal bir çerçevenin yerleştirilme sürecidir. Sebep- sonuç ilişkisi açıklama basamağının en temel dayanak noktasıdır. Gerçekleşen olayların veya devam etmekte olan durumların tarihsel arka planının incelenmesi ve aynı tarihten gelen etkilerin neleri gerçekleştirdiğini araştırmak ve daha da önemlisi bulmak akademik bir çalışma ile mümkün olabilir. Yığın halk kitlesinden sıyrılarak daha az kişi ve bu daha az kişinin de uzmanlaşmış olması bulguların gerçekliğini temellendirir. Yaşanan bir olay her ne kadar birden bire ortaya çıkmış gibi görülse dahi arka planında etkileyicileri veya diğer bir ifade ile tetikleyicileri her zaman olmuştur. Örneğin, Türkiye’nin başında ki terör belasının ekonomik, sosyal, kültürel ve tarihsel bir arka planı vardır. Ama günümüzde genelde ayrılıkçı bir yapı gibi algılanmakta ve çıkış nedenleri ile var olma nedenleri tam anlamıyla açıklanamamaktadır. Bunun yanı sıra bu terör sorunu 1980’den sonra aksiyona geçtiği için başlangıç noktası o tarihler kabul edilmektedir. Oysa biliniyor ki yapılanma 1980’lerden çok öncelere dayanmaktadır ve sebepleri ise daha karmaşıktır.

Anlama:  Açıklama basamağına bir bütünlük kazandıran anlama boyutu ise hiç şüphesiz sebep-sonuç bağlamını kurmak olacaktır. Bir süreç içinde düşünülen olaylar veya mevcut durumlar mantıklı bir çerçeve içine yerleştirilmiş ve tam anlamıyla hakimiyet sağlanmış olacaktır. Bu basamağa ulaşmak derinlemesine bir bilgi birikimin yanında farklı açılardan bakışı da gerekli kılmaktadır. Gerçeğe ulaşma açısından son derece önemli bir basamak olan anlama, komplo teorisi üretmenin önünde bir engel teşkil etmektedir. Varsayımlar veya küçük ayrıntıların aşırı derecede abartılmasının önüne geçme konusunda son derece etkin çözümler sağlayabilir. Örneğin, Kırgız Halk Devrimi’nin arkasında sadece süper güçler arasında bir ilişkinin var olduğunu söylemek olayları anlayama ile eşdeğerdir. Çünkü yaşanan olayın ve hala devam eden sürecin bir devletin hemen tanıması veya destek vermesi o ülkenin etkin olduğu değil sadece destek verdiğine yorumlanabilir. Bununla birlikte yeni oluşan bir siyasi yapılanma düşman kazanmaktan kaçınmak için elinden gelen her şeyi yapar. Hele ki dünyanın süper gücünü karşısına almayı hiç göze alamayacaktır. Bu duruma en güzel örnek Atatürk’ün Bağımsızlık Savaşının Yunanistan’a karşı verildiğini ve İngiltere gibi süper güçlerle bir hesaplaşma içinde olunmadığını sık sık dile getirmesidir.

Anlamlandırma: Anlamlandırma genel görüşlerin kendi iç görüşü şekline gelmiş halidir. Olayları sebep-sonuç çerçevesinde açıklamak veya bunu bir bütün içinde ifade etmek her zaman tam bir çözüm olmayacaktır. Çünkü bazı nedenler baskın olabilmekteyken bazıları ise daha küçük etkilere sahip olabilmektedir. Bunun kararı ise analizi yapan kişinin bilgi birikimine ve bakış açısına bağlıdır. Her ne kadar nesnelliğin kaybedilmesi gibi görülse de kişi kendi nesnelliğini kendisi oluşturmaktadır. Dünya görüşü şeklinde de ifade edilebilecek anlamlandırma aynı olaydan bambaşka çıkarımlara ulaşabilen analistleri temsil etmektedir. Bazı görüşler aşırı derece gerçekliğini yitirmiş gibi görülmesine rağmen dayanak noktaları sağlam olabilmektedir. Bundan dolayı her anlamlandırma boyutu kendi içinde teorik bir çerçeveye oturmak zorundadır. Örneğin, Suriye’nin Türkiye ile yakınlaşmasının nedenleri bir görüşe göre bölgede İran’ı dengelemek için olduğu söylenirken diğer bir görüşe göre Suriye, Türkiye’yi batıya açılma kapısı olarak görmektedir. Dikkat çeken nokta ise iki görüşünde mantıklı bir çerçevesinin olduğu ve olasılıkların yüksek olmasıdır. Anlamlandırma iki farklı görüşü tek bir olaydan çıkarabilmektedir ve aynı zamanda teorik bir dayanağı vardır.

Yönlendirme: Anlamlandırma basamağından sonra en önemli ve ulaşılması en güç basamak olan yönlendirme basamağı gelmektedir. Teorik çerçeve ile desteklenen görüşlerin sonuçlandırılması ve bu sonuçlara dayalı olayları ve durumlar etkileme yönlendirme basamağını içindedir. Ekonomik siyasal veya kültürel baskınlık bu yönlendirme mekanizması güç ve aynı zamanda hız kazandırmaktadır. Örneğin süper güç ABD’nin beklenti ve istekleri hiç şüphesiz gelişmekte olan bir Afrika ülkesinden daha fazla taraf toplayacaktır. Uluslararası örgütlerde süregelen otokratik yapı şüphesiz gücü elinde bulunduranlar için yönlendirmeyi daha kolay ve basit hale getirmektedir. Değişen dünya ile birlikte daha hızlı bir değişme yaşayan Türkiye yönlendirilen bir ülke değil artık yönlendiren bir ülke durumuna geçmiştir. Özellikle kişisel bazda düşünülürse uzmanlar yönlendirme konusunda daha fazla güce ve etkiye sahiptir. İster istemez olumsuz durumlar ile karşılansa da uzun vadede düzelmeler kalıcı hale gelecektir.

Sonuç: Karşılaşılan durum uluslararası ilişkileri kapsasın veya kapsamasın yukarıda ki sıralamanın takip edilmesi irrasyoneliteden uzaklaşıp rasyonel olamaya yardımcı olacaktır. Mevcut durumların fazlalığı ve analiz sürecinde yaşanan hatalar veya eksikler bu mantık etrafında daha kuramsal bir çerçeve içinde resmedilebilir. Özellikle şovenist, süslü sözler ve komplo teorileri ile akılları karıştırılan bilgisiz genç nesil için araştırmama hastalığı genel bir hal almıştır. Bu gibi teorik çalışmalar ucu beyin yıkamaya kadar gidebilecek durumları engelleyebilir. Diğer yandan dış ilişkiler ile iç durumun veya olayların anlaşılması genel bir halk kitlesine hitap etmelidir ki provokatif eylemlerden uzak durulabilsin. Günü birlik tepkilerin yersizliği ve eksikliğini bertaraf edebilecek bilgi kaynakları elimizin altında dururken uçlara kapılmak kötü sonuçlar doğurmuştur ve doğurmaya devam etmektedir.

Hakan UZUN
Ağustos           2010
Bu yazının fikir babası olan Ahmet DAVUTOĞLU’na yürekten teşekkür ederim.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

İrrasyonel İnsan 1: Ekonomi



Aristotales’ten özür dileyerek insanın rasyonel bir hayvan olmadığını ekonomik sistemde göstermek amacıyla bu yazıyı kaleme alıyorum. Her ne kadar bu düşünce artık ezberlenmekten öte otomatikleşmiş bir hal almış olsa da değişmesi veya daha da önemlisi değiştirilmesi gerekir. Çünkü tüm beklentilerimizi insanların rasyonel davranacağı tezi üzerine inşa edersek hataların, yanlışların, zararların, savaşların, buhranların ve kısacası tüm olumsuzlukların herhangi bir çeşidi ile karşılaşma ihtimalimiz yükselecektir.

İktisadi düşünce tarzına göre insanlar kararlarını rasyonel tercihlerine göre verirler. Ekonomide “homo economicus” olarak yer etmiş bu düşüncenin dilimizde iktisadi insan olarak yer etmiştir. Ekonomik faaliyetlerde insanın her zaman en mantıklı olanı yapacağı, seçeceği veya buna göre davranacağı varsayılır. Aslında “görünmez el” düşüncesininde temelinde iktisadi insan vardır. İktisadi insan görüşüne göre iş adamları kar maksimizasyonu hedefler, çalışanlar en yüksek reel getiri için çalışırlar, tüketiciler ise en yüksek faydayı elde edecekleri ürün veya hizmeti satın alırlar. Tüm bu varsayımlar insan ve hayvan davranışlarını inceleyen psikoloji biliminin sonuçlarını görmezde gelmektedir. Her zaman ekonomi ilminin iddia ettiği gibi insanlar rasyonel düşünmezler. Bu yazıda bu görüş ispatlanmaya çalışılacaktır.

İnsanların temel güdülerinden biri her ne kadar ata sözlerine kadar işlemiş olan babana bile güvenmeme düşüncesinin tam tersi güvendir. İlk başta güvenilecek kişinin kendileri olduğuna inanan insanlar kararlarına güvenmeyle tercihlerini mantık çerçevesine oturturlar. Yeterli kadar bilgiye sahip olmayan insanlar ise tercihlerinin mantıklı oluşunu satıcılarının sözlerine veya garantilerine bağlarlar. Tüm ikisinin olmadığı durumlarda ise insan verdiği karara güvenmek için kandırmalar, olmayan gerçeklikler ve saptırmalara başvurur. Örneğin, yeni alınan arabaya fazla para verildiği düşünülürse ilk başta arabanın diğer özellikleri öne çıkarılır. Arabanın motoru güzel, diğer benzerlerinden daha sağlam, yeni alınmış gibi bir boyaya sahip gibi savunma mekanizmaları insanın kendini kandırmasına örnektir. Eğer tüm bunlara rağmen yine de güven sağlanamamışsa insan satıcıyı, üreticiyi veya aracıyı suçlayacaktır. Güven sarmalı bazı zamanlarda çok daha kötü sonuçlara neden olabilmektedir. Çernobil faciasının sebebi elektronik göstergelere inanmayan mühendisler olduğu çoğu kişi tarafından kabul edilmiştir. Bunun yanı sıra yapılan bir araştırmaya göre emniyet kemerine aşırı güvenen insanların kemerlerini taktıkları zaman kemersiz oldukları zamana göre daha hızlı araba kullandıkları saptanıştır. Daha dramatik irrasyonel davranış örnekleri ise Pearl Harbor saldırısında görülmüştür. O kadar uyarılmasına rağmen Amerikan Pasifik Filosu komutanı kendini Japonların saldıramayacaklarına o kadar inandırmıştı ki uyarıları dikkate almadı. Görüldüğü en büyük zararlar insanların kendilerine aşırı güvenmeleri ve kararların rasyonel olması geliştirilen savunma mekanizmalarının sonucunda ortaya çıkmaktadır.

Yönetici makamında veya iş sahibi statüsünde olanların verdikleri kararların herkes rasyonel olması gerektiği konusunda hem fikirdir. Fakat her ne kadar bu düşüncenin gerçekleşmesini istesek veya beklesek de tersi durumlar sık sık yaşanmaktadır. Yapılan bir araştırmaya göre ABD’de kurulan her 4 KOBİ’den 3’ü ilk beş yıl içinde iflas etmektedir. Eğer insanlar iktisat ilminin iddia ettiği gibi tamamen rasyonel kararlar alsa bu kurulan işletmelerin çok çok küçük bir kısmının iflas etmesi gerekir. Çünkü girişimciden beklenen riski minimize etmek veya daha da ilerisi riski dağıtmaktır. Oysa bunun başarılamadığı ve çoğu zamanda girişimci olsun yönetici olsun karar vericilerin rasyonel davranmadıkları ortadadır. Siyasetten örnek vermek gerekirse bu işle meşgul olanların büyük bir kısmının hiçbir zaman hatayı kabul etmedikleri veya özür dilemedikleri görülecektir. Yaptıkları yanlışları kendileri dahi fark etseler bir siyasiden beklenen rasyonel davranışların tersini göstermek istemezler. Çünkü bu iki farklı sonuç doğurabilir. Birincisi eğer bir başka siyasiye karşı yenilgi ile sonuçlanacak hata yapılmışsa veya ikinci olarak ise oy kaybetme kaygısı ağır basarsa yapılan haklı gösterilmeye, daha kötüsü sürdürülmeye devam edilecektir. Büyük yatırımların atıl oldukları genellikle işlem tamamlandıktan sonra ortaya çıkar. Örneğin İngiliz hızlı tren projesini tamamlandıktan sonra iptal edilmek zorunda kalınmıştır. Bunun sebebi proje gerçekleştiricileri kendilerine aşırı güvenmişler ve olumsuzlukları, hataları ve diğer olasılıkları göz ardı etmişlerdir. Tufan Darbaz’ın kitabında Aydın Doğan’ın yaptığı hatların ve ettiği zararların ayrıntılı açıklamaları dikkate değerdir. Verilen kararın rasyonel olduğunu ispatlamak için bu kişiler başlangıçta vazgeçseler kaybedecekleri paranın kat be kat fazlasını kaybetmişlerdir.

Son ekonomik krizin sebebinde ise irrasyonel kararların büyük bir rol oynadığı aşikardır. Bankalar aşırı riskli işlemler gerçekleştirmiş, tüketiciler uzun vadede riskin artığını bile bile borçlanmışlardır. Özellikle ABD’de krizin başlamasının temel nedenlerinden birisi irrasyonel kararlarken diğer bağlantılı şekilde tasarrufların aşırı düşük olmasıdır. Kazançlarının neredeyse yarısını tasarruf olarak biriktiren Çinlilerin aksine Amerikalılar kazançlarından daha fazlasını harcamaktadır. Yani ilerde kazanacaklarını düşündükleri paraları harcayan Amerikalılar başlı başına irrasyonel bir davranış içindedirler. Bankalar büyük riskler içeren toksit varlıklar biriktirirken devletin düzenleyici rolünü yerine getirmemesi dikkate değer konulardan biridir. Piyasalarının kendi kendilerini düzenleyeceğine aşırı güven duyan Amerikalı yöneticiler ve merkez bankası geçmişte onca yaşanan krizi görmezden gelmişlerdir. Güven çarpanının yüksekliği ve çoğu sektördeki balonlar açık birer gösterge olması gerekirken kimse güven sarsıcı olmamak için sesini çıkarmamıştır. Neredeyse tüm krizlerden önce olumlu bir hava hakim olmuştur. Piyasaların temel göstergeleri güvenin oluşmasına neden olmuş ve güven çarpanı daha fazla riskli işlemler yapmayla sonuçlanmıştır. Krizden önceki güven yüksekliği krizin başlaması hatta derinleşmesinde tam tersi aşırı güvensizliklere neden olmuştur.

Türkiye tüketici profilinde ise batı ile doğu arasında sıkışmışlık göze çarpmaktadır. Bir yanda büyük kredi kartı kullanım oranları ve diğer tarafta ise yastık altı dediğimiz yatırımlar birer irrasyonellik örneğidir. Yastık altında para bulundurmak enflasyon etkisinin bilinmemesi veya göz ardı edilmesi ile açıklanabilir. Paranın zamanla değer kaybetmesi ise çoğu tüketicimizi birikimlerini altın şeklinde veya döviz şeklinde değerlendirme eğilimine götürmüştür. Riskleri her ne kadar yakın olsa da kazanç babında bilindiği üzere portföy yatırımları daha avantajlıdır. Yıllık %20’den fazla getiri getirmesi imkan dahilinde olmasına rağmen dalgalı bir seyir izleyen altın veya döviz elde bulundurmanın güveni ile yatırım aracı seçilmektedir. Bunun altında yatan sebep ise hiç şüphesiz bankalara duyulan güvensizlik ve geçmiş dönemde ekonomik krizlerle yitirilen güvendir.

Türkiye girişimcisi ise yıllarca devlet koruması altında yaşamanın verdiği etki ile değişime karşı tepki göstermektedir. Oysa bu yüzyılda bir kanun hükmünde olan değişmeyen her şey yok olmaya mahkumdur anlayışı göz ardı edilmektedir. Bunun yanı sıra büyük işletmelerin aile kurumu şeklinde çalışmaları yönetim zafiyetinden suiistimallere kadar onlarca soruna neden olmaktadır. Tüm bu gerçeklikler bilinmesine rağmen devam ettirilen davranışlar şüphesiz irrasyoneldir. Devletin zarar eden işletmelerinin temel sebebi şüphesiz kötü yönetimdir. Fakat bu olgu sadece devlete mahsup değil aynı zamanda özel sektör içinde geçerlidir. Neredeyse her kes çevresinde iflas etmiş dükkanları görür veya daha da acısı yakınında böyle insanları tanımıştır. Her ne kadar kahvehane sohbetlerinde iflasın nedenleri tartışılsa da tezler dikkate değerdir. Bunun yanı sıra ekonomini dümenini elinde tutanlarda çoğu zaman yanlış kararlar vermektedir. Bu bazen siyasi olabilecekken bazen de aşırı güvenden kaynaklanabilir. Siyasi kararın en yakın örneği birkaç gün önce iptal edilen mali kural yasa tasarısıdır. Aşırı güvene verilebilecek örnekler ise atıl yatırımların fazlalığı ve bir ara TV ekranlarının en önemli haberleri olan terk edilmiş inşaatlardır.

Görüldüğü gibi verilen kararların ekonomi ile ilgili olanları iddia edildiği gibi rasyonel değildir. Yaşadığımız sorunların hiç birinin olmaması için insanın rasyonel olması yeterli olabilirdi. Fakat eğer sorunlar yaşıyoruz ve verdiğimiz kararların veya verilen kararların olumsuz sonuçları ile karşılaşıyorsak irrasyonel olduğumuz ortadadır. Bundan kurtulmak için SWOT analizine benzer karşılaşılan bir durum için muhtemel olumlu ve olumsuz durumları bir kağıda sıra ile not etmek, sonrasında ise akla en yatkın olan kararı (olumlular olumsuzlardan fazla ise kabul, olumsuzluklar fazla ise ret) verebiliriz. Çoğu durumda kendi iç dünyamızdan gelenleri göz ardı ettiğimiz gerçeğini bilme bize benzer durumlarda daha mantıklı kararlar verdirecektir. Sonuç olarak irrasyonel davranışlar insan doğasında vardır ve her ne kadar düzeltmeye çalışsak da ister istemez irrasyonel kararlar vereceğiz. Dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise sorumluluk ve yetki arttıkça hata kaldırma oranımız düşmektedir.

Hakan UZUN

2010

5 Ağustos 2010 Perşembe

Yanlış İzlenimler ve Türkiye


                Jaws filminde başrol, insan yiyen bir köpekbalığıydı. Filmin gösteriminin ardından köpekbalıklarının ara sıra plajların yakınına geldiği Kaliforniya sahillerinde yüzmeye gelenlerin sayısında belirgin bir düşüş oldu.  Yapılan hesaplamalar göre, yüzücülerden bir köpekbalığına yakalanmaları ihtimali, sahile gelirken yolda trafik kazasında ölme risklerinden çok daha azdır. İnsanlar olguları dikkate almazlar- en yoğun izlenim bırakan ya da akıllarına ilk gelen şeylere göre davranırlar.

                Yukarıda ki alıntı Stuart Sutherland’ın İrrasyonel kitabındandır. Bulunabilirlik hatasının en bariz şekilde örneklendiği gerçek yaşamdan bir alıntıdır. Bu hikayenin bize anlattıkları ile Türkiye’nin finansal piyasasının neden gelişmediğini açıklamaya çalışacağım.

                Tarihte karşılaştığımız ekonomik ve sosyal krizler derini günümüzde tüm etkileri ile görmekteyiz. Tefecilik olaylarının ayyuka çıktığı 1950’lerden 1980’lere zamanlardan kalan faiz kavramı tamamen yanlış bir izlenim bırakmıştır. Halkı güncel dille kandırarak ve zor durumlarından faydalanarak faiz adı altında müthiş bir borç batağına sokanlar ile bankacılık sektörü tamamen farklıdır.  Bunun yanı sıra bankerlerin inanılmaz bir hızda arttığı 1980’lerden sonraki yıllarda ve düşüşlerinin yarattığı sosyolojik etkileri güven konusunda görebiliyoruz. Yüksek faiz oranı vaat eden kişiler (bankerler) ve holdingler (saadet zincirleri) kötü yönetim veya  fısıltı gazeteleri sayesinde arkalarında büyük bir enkaz bırakarak batmışlardır. Bankerlerimiz halk arasında çıkan, batıyorlar paralarınızı kurtarın dedikoduysa yerle bir olmuştur ve çoğu insanımızın yatırımları buharlaşmıştır. Holding batışlarında ise kötü yönetimin tüm yönlerini açıkça görmekteyiz. Aile şirketi şeklinde kurulan bu yapılanmalar yöneticilerini aileden bireyleri seçiyorlardı ve yatırım konusunda olsun başka bir işe girme olayında olsun aşırı derecede amatördüler. Peş peşe yapılan hatalardan ve zararlardan sonra aynı şekilde özellikle yurtdışında çalışan vatandaşlarımız hem ülkelerine küstü hem de yıllarca biriktirdikleri yatırımları yok oldu. 2001 krizi ise aynı şekilde bir güven depremine ve özellikle finans piyasasından kaçınmalara neden oldu. Her defasında insanlar yanı başlarında böyle örnekleri kolaylıkla bulabildiği için daha temkinli davrandılar veya hiç yer almamaya başladılar.

                Günümüzde ülkemiz girişimci açısından büyük bir fakirlik çekiyor. Anadolu kaplanları adı verilen KOBİ’ler her ne kadar bir kıvanç kaynağımız olsa da büyüme konusunun yanı sıra çoğalma konusunda da sıkıntı çekmekteler. Yerel olmanın veya kalmanın sürekliliğin önünde büyük bir engel olmasına rağmen bir çekingenlik piyasalarımıza kara bulut gibi çökmüştür. Bunun temel nedenleri ise öncelikle bankaların uyguladığı yüksek faizlerdir. Özellikle son yıllarda bankaların büyümesi bir balon niteliğindedir. Çünkü bizim bankalarımız özel kesime değil tam garanti veren kamu sektörünü finanse etmektedir. Ve maalesef kamu sektörünün borçlanma ihtiyacının fazla olmasından dolayı yüksek tutulan faizler bu gidişatı cazip kılmaktadır. Diğer neden ise bankaların yüksek bedelli teminat istemeleri ve özellikle uyguladıkları yüksek faizlerdir. Böyle bir durum dış finansman almayı hem zorlaştırmakta hem tehlikeli kılmakta hem de bu yazının konusu olan yanlış izlenimlerin birleşimi zorlaştırmaktadır. İnsanlarımızın risk alma konusunda geçmişte yaşadıkları olumsuz olaylar geleceğimizi de etkilemektedir.

                Halkımız finansal piyasalardan uzak durmakta ve bu boşluğu yabancı yatırımcılar doldurulmaktadır.  Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler gelişmiş ülkelerin %95’inden fazlasını kapsarken ülkemizde bu oran daha yüksektir (%98). Buradan çıkarabileceğimiz sonuç ise şüphesiz  KOBİ’lerin büyüme konusunda sorun yaşadıklarıdır. Aynı zamanda yeni kurulan bir işletmenin (özellikle küçükse) büyük oranlarda 4 yıl içinde battığı düşünülürse sorunun boyutları gözler önündedir. Piyasa da kalıcı olmanın gümrük duvarlarının açılması ve dışa açılım kararları (24 Ocak) ile daha da zor hale geldiği ortadadır. Tüm bu olumsuz tabloların yanına bulunabilirlik hatasını koyduğumuz zaman durum daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.

                Bu girdaptan kurtulmak için :

Devletin kaynaklarına başvurmak gerekecektir. Devlet bankaları ile düşük faizli ve uzun vadeli krediler verilmesi atılabilecek ilk adımdır.

Reklamlar ile başarı olmuş girişimciler medya önüne çıkarılabilir. Örnek tablolar tabuların yıkılmasına ve risk alma konusunda daha cesaretli olmaya yardımcı olabilir.

Devletin yatırım desteklerini arttırması ve teşviklerin olanaklarının iyileştirilmesi şeklinde uygulamalara gidilebilir. Neredeyse ülkemizde çoğu bölgede yatırım destekleri vardır. Fakat yetersizlik, bilgisizlik ve kolektif ruh eksikliğinden dolayı beklenen verim alınamamıştır. Daha tanıtıcı ve bundan daha önemlisi daha cesaretlendirici teşvikler yanlış izlenimleri giderecektir.

Son olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu zamanlarda ki insanlarımızda olan özgüvenin yeniden kazanılması için milli bir bilinç oluşturulmalıdır. Zamanla yaşanan ekonomik bunalımlar insanların gelecek kaygısını arttırmış. Bunun yanı krizlerin yarattığını psikolojik yanlış izlenimler güven ve özgüveni aşırı derecede yıpratmıştır.

Yanlış izlenimler irrasyonel kararlara neden olmaktadır. İnsanlar tüm seçenekleri düşünerek en optimum kararı almak varken bulunabilirlik hatasına düşerek irrasyonel seçimler yapmaktadır. Tüm bunlar insanın psikolojik özellikleridir ve çoğu insan bunların farkında bile değildir. Bu yazı sadece bir özelliği dışa vurmuştur. Örnek alınan kitapta buna benzer irrasyonel kararlar almamıza neden onlarca özellik sıralamaktadır.

Hakan UZUN